Aklın eğilimi ve çatlak bir özün sızdırması üzerine
Herhangi bir ilmi birikimi yoktur. Dilinden düşürmediği ama kalbine de indiremediği kelimeleri vardır.
Ne garip, dil kalbin üzerindedir.
İnsanın dilinden düşen kelimeler bazen hiç kalbine inmez.
Tekrarın içinde bir yanlışlığı vardır; bir doğruya inanır.
Ne tuhaf, yanlış tekrarlarla çoğalırken doğru bir tek kalır.
İnsanın varlık düzeyi, diliyle kalbi arasında gidip gelmesinde saklıdır.
Bir fikri yoktur.
Bazen bütün ışıklar önünü görmesini engellediği için “Ne kadar da karanlık bir zaman!” der.
Zamanın bir örtü olduğunu bilir.
İnanmayanlara şöyle seslenir: “Yetmiş kez üç yüz altmış beş günü ve altı saati tekrar eden adama bakın.”
Zaman ne de çirkin örtülmüştür yüzünde.
İnatçı bir zihni vardır.
Belleği, acıdan çatlayıp ikiye bölünen bir atın son nefesi kadar keskindir.
Kesilip biçilen bir düşün, bir düşüşün son adımındadır.
Birazdan uyanır.
Bilgi, dişlerinde ışıldayıp durur.
Hiçbir şey söylememiş olmanın sonuna varır.
Saçlarında zaman parlayıp durur.
Karanlığın damarlarına akan akların sonu gelir.
Hem bir rüya hem de kesintisiz bir uyku gibidir suretinde gezinen yaşam; göz kapaklarında aralanır.
“Ölüm, dostlarım,” der, “ölüm zamanın üstünü açık bıraktığı bir çocuğun ilk çığlığıdır.”
Önce kendisi, sonra bütün nefes alanlar buna inanmaz.
Toprağın damarlarında akan suyla çatlar tohum.
Öz, çatlak bir şeydir; önce biraz ışıkla sıvanır, sonra dalga dalga karanlık sızar içeri.
İçinde hiç güneş doğmamış günler vardır.
İçinde hiç batmayan aylar.
“Gökyüzü ne de kepeklidir,” der, “biri saçlarını taramış.”
Aklını bir yıldızın kuyruğuna kaptırır.
Bir milyon yıl önce sönmüş ama ışıltısı hâlâ yayılmaya devam eden bir yıldızdır o.
Eğilip bir kuru daldan fışkıran öze bakar;
bir de kendi kurumuş damarlarında, kavruk ve insanlığın tarihi kadar eski özüne.
Yumurtasını yeni çatlatmış bir kuşun yaşam biçimine bakar.
Ne çok ortak yönleri vardır;
ne az ortaktır yaşamları.
Bir düzeni yoktur, ama hep bir üzeni vardır.
Eskiden kalbinin attığı yerde simsiyah bir çiçek açar.
Ölüm kokar.
Yaşamın hasarlı yarıklarından umut gibi, zehir gibi bir acı kokusu yayılır.
Dilinde apayrı acılar, elinde sancısı yeni başlamış kelimelerin ölü doğuma hazır ıkınmaları vardır.
Zihninin çeperlerinde bir çanın gonk sesine benzer biçimde çarpan bir cümle asılı kalır:
“Kısır kalmak, ölü doğurmaktan daha iyi değil midir?”
Nefes nefese, hayatta kaldığının taze bilgisiyle ölüler doğar ellerinden.
Tohum değildirler ama yine de bütün ölüler toprağa gömülür.
Ne garip!
İnsanoğlunun bütün savaşı toprak için olmasına rağmen, savaşta kaybedilen ölüler,
bir taraf kazanmış olsa bile sahip olamadığı toprağa gömülür.
Toprağın en büyük zenginliği, toprakla zengin olma hayali içinde olan insan cesetleriyle dolu olmasıdır.
Bu bahsi geçelim.
Bütün bahisleri geçelim.
Pascal’ın bahsine geçelim.
Belki de o kazanır.
Girdiği bahiste en büyük kazancını Tanrı’ya yatırır.
İşte akıl, sevgili dostlarım…
Her şeye bir kazancın gölgesinde bakmaya hazır ve nazır akıl.
Ne ışıklar yitip gitmiştir aklın oyunlarında.
Ne çetin karanlıklar sokulmuştur fikrin oyluk sokumuna.
Filmin sonuna geliriz dostlarım.
Aklın sonuna.
İnancın ve aydınlığın yol ayrımına.
Siz de mezarları başında, taburlarında zar atılanlar kervanına katılabilirsiniz.
Dünya bir oyundur;
bu oyunda kalmayarak kazanabilirsiniz.
Kanmayarak, usta bir oyuncu olduğunuza…
Yorumlar
Yorum Gönder